12 Haziran seçimleri yaklaşıyor. Partiler geleceğe dair fikirlerini ortaya koyuyorlar. Güçlerine göre reklamlarını yapıyorlar, bazen onların bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Kendilerine bağlı medya bunu gerektiğinden iyi bir şekilde yapıyor. Sadece karşı partileri kötülemek üzere seçime kadar geçecek süreyi kullanacak olan köşe yazarları ve tv yorumcuları var gördüğüm kadarıyla. Bu dediklerim tabii ki daha çok iktidar partisinin lehine çalışan süreçler.
Bu karmaşada, ortaya atılan fikirler tabii ki halkta bir etki yaratıyor. Bu etkiyi ortadan kaldırmak için de karşı fikirler ortaya atılıyor. Seçim dönemlerinin önemli bir “rahatlığı” çoğu kimse bu fikirlerin gerçekten uygulanabilir olup olmadığına bakmıyor. Gerekli olup olmadığı ise hiç konuşulmayan bir konu. Önemli olan ortalığı toza dumana boğabiliyor mu? Gündemi değiştiriyor mu? Değiştiriyorsa tamamdır!
Kanal İstanbul denen “hayal” de tam böyle bir şey. İnanılmaz bir etki yarattı medyada. Kanaat önderleri diyebileceğimiz ama aslında kimsenin kanaatına önderlik etmeyenler bayıldılar bu projeye. Halk pek ciddiye almadı ama onlar bayıldılar. Şunları bile okuduk: “Olup olmaması benim için önemli değil, ben hayal kuran bir Başbakan’ım olsun istiyorum!” Biz Alice Harikalar Diyarı karakterleri olduğumuz için ve her şey ülkede mükemmel işlediği için, tek eksiğimiz hayal kuran bir Başbakan’ın bir yere çukur kazması, içinden su geçirmesi ve çevresine şehirler kurmasıydı zaten. İyi ki sonra bir kaç yazar çıktı da ufak tefek hesaplar yaptılar. Bu kanal denen şeyin yıllarca tamamlanamayacağını, tamamlansa bile onyıllarca kendisini kurtaramayacağını yazdılar. Zaten olmayacak bir vaad olduğu için de, her şeye yanıt yetiştirenler bu hesaplara yanıt vermedi. 2011 seçimleri öncesinde bir gündem karıştırma hamlesi olarak Kanal İstanbul tarihe geçti. Bundan sonra, ne zaman sözü edilir bilemem. Şimdi, bu büyük inşaat, kent, rant hamlesi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hayali olarak karşımıza çıktı.
Aynı dönemde başka bir parti de kendi hayallerini ortaya koyan bir “şey”ler yapıyormuş. Bir film çekiyorlarmış. Türkiye Komünist Partisi, çeşitli yan yapılarıyla “Devrimden Sonra” adlı bir film çekti ve kendi hayalini, kendi gelecek düşüncesini ortaya koydu. Filmi gidip izledim, sinema konusunda çok teknik bilgim olmadığı için o kısmı beni pek ilgilendirmiyor. Sıkılmadan izlenebilecek kısa filmlerden oluşan bir propaganda filmi Devrimden Sonra! Televizyonlardan görülebilecek ünlü oyuncuların katkılarıyla ortaya çıkmış bir film. TKP’nin kafasındaki Dünya’nın nasıl bir şey olduğunu anlamak açısından önemli. Belki de, ülkeye dair ütopyaları olanların çoktan yapması gereken bir şeydi bu. Sol ve muhalif kesim bunun üzerinde düşünmeli. Neden bu yapılmadı diye. Bunun yanıtını vermeden çok da bu filmi eleştirme hakkının olduğunu düşünmüyorum.
Bu filmdeki çoğu gelecek hayalini paylaşmıyorum ama önemli buluyorum bunu. O “Devrimden Sonra” Türkiye’de yaşamak benim için en hafif deyişle sıkıcı olurdu. Aşılması gereken bir durum olurdu. Bazı düzenlemeleri yanlış buluyorum. Zaten bu yüzden Ekoloji diye bir ideoloji, üçüncü bir ideolojik damar olarak şu anda Dünya’da kendisine yer buluyor. Arada bir fark olmalı mutlaka. Var da. Belki de iyi anlatamadığımız farklar bunlar ama var. Yeşil politikanın kafasında yaşattığı, hayata geçirmeye çalıştığı dünyanın Devrimden Sonra’nın dünyasından da daha yaşanabilir olduğunu düşünüyorum ama tabii ki benim kafama yeni bir boğaz kazmaya çalışanların kafasından daha yakın bu filmde anlatılanlar.
Tüm bunlara rağmen, kendi iktidarlarında nasıl bir Türkiye meydana geleceğini, bu hayali, bir sinema filmiyle anlatmak ve ortaya koymak önemli bir meydan okuma. Medyanın bu meydan okuma üzerinde çok durmaması beklenmedik bir şey değil tabii ki. Onlar şimdi gizli çekilmiş kasetler izliyor! Başbakan’ın Kanal hayalinin gördüğü ilginin yanına bile yaklaşamıyor filmin yarattığı etki. Sorunlara, birilerinin kendince tutarlı yanıtlar verebilmesinin hiçbir etki yaratmaması; aslında o yanıtları paylaşmıyor olsak da bizim de hissetmemiz gereken bir yapısal bozukluk. İleride bizim de karşılaşacağımız ve mücadele etmemiz gereken bir bozukluk. İnşaat şirketlerinin ütopyalarına, kendilerinde eşitlik ve özgürlük isteyenlerin ütopyalarından daha fazla değer veren bir sistemden, düz bir çizgi çıkmayacaktır.
Bir Cevap Yazın