Son günlerin en sıcak konularından bir tanesi yargı reformu. Bir anayasa değişikliği çerçevesinde tartışılıyor ama anayasa tartışmalarının da merkezini bu yargı reformu oluşturmakta. Böyle olunca da, yargının toplumsal hayattaki yeri üzerine açıklanan düşünceler birbirini izliyor ve yine biz, yani kuvvetler ayrılığında adı geçmeyen insanlar, halk, da bakıyoruz bu düşüncelere. Aynı nesneye bakıp, farklı görüşler sunmanın adı hukuk olmuş. Bu görüş sunmanın bir adım sonrası olan harekete geçme ve uygulamanın adı da hukuk, genel adıyla söylersek de yargı. Yasama ve yürütmenin mi kuşattığı, yoksa yasamayı ve yürütmeyi mi kuşattığı tartışılan yargı.
Türkiye’de hukuk anlamında çok büyük aksaklıklar olduğunu yıllardır söyleyen kesimler var. Nicelik olarak çok fazla olmadığı için pek sesleri duyulmuyordu bu kesimlerin. Nitelik açısından ise çok güçlü bir kesim olduğu söylenebilirdi. Şimdilerde ise durum tersine dönmüş durumda. Meclis’te sayısal çoğunluğu elinde bulunduran bir partinin yapmak istediği yargı reformuyla karşı karşıyayız. Gücü isteyenlerle, gücü elinde bulunduranların bir çarpışması daha bu.
Hukuk kavramı, yazının başında da söylediğim gibi, aynı nesneye bakıp, farklı görüşler sunmanın adı oldu. Elinizde yazılı bir metin var, gerçekleşmiş bir olay var ama farklı görüşler sunulabiliyor. Birinin ak dediğine, diğeri kara diyebiliyor. Biraz daha yakından baktığımızda ise birine ak diyenlerin, her nesneye bakıp aynı görüşü savunduğunu ve kara diyenlerin de karşı cepheyi oluşturduğunu görüyoruz. Her olayda aynı şekilde bölünüyor bu kesimler. Demek ki, çok da o an belirlenen, şartların oluşturduğu ve o şartlara özgür iradeyle yapılan yorumlar sonucu elde edilen görüşler değil bunlar. Öyle ki, sadece düşman aynı olduğunda aynı fikri de savunabiliyor bu kesimler. O düşman da, pek değişmiyor. Yıllardan beri hukuksal anlamda eksikliklerin olduğunu söyleyen, Türkiye’nin bu konuda olduğu gibi her konuda değişmesi gerektiğini söyleyen nicel olarak az ama nitelik olarak yüksek kesim hep düşman olarak kalıyor.
Türkiye’nin Erzurum ve Erzincan ekseninde tartıştığı olaylara bakalım. Artan imkânlar sayesinde hem legal yollardan hem de illegal yollardan bu olayda öğrenmediğimiz pek fazla nokta kalmadı. Yani nesnemiz ortaya çıktı. Peki, bu kadar açık olabilen bir durumda bir kesimin bir savcının tutuklanmasına normal, diğer savcının görevden alınmasına da yanlış demesiyle, diğer kesimin bunun tam tersini söylemesi ne kadar hukuk ile açıklanabilir? Dünya görüşünün bu kadar içine girdiği bir yapı üzerine bu kadar konuşmak ve yaşamlar kurmak doğru mu? Herkes biliyor ki, bu kesimler ters durumda olsalardı da bu tartışma gerçekleşecekti. Tek değişen, savcının görevden alınmasına kızan AKP’li vekiller değil de, CHP’li vekiller olacaktı. Ve yine taş atan çocuklar yıllarca, baklava çalan çocuklar da on yıllarca hapiste kalacaktı.
Asıl yargı reformunun burada olması gerekmez mi? Hukuk gibi, herkesin üzerinde kendi dünya görüşüne göre dans edebileceği bir zeminden, adalet gibi evrensel, insanlığın hep beraber oluşturduğu normlara dayalı bir sisteme geçilmesine uğraşılmamalı mı? Gerçekten çöken bir yargı sistemimiz mi var? Yoksa çöken, bir görüşün Türkiye’ye yerleştirdiği ve o görüşle birlikte gücünü kaybeden bir hukuk mu? Adaleti saraylardan çıkartıp, halkın arasına, yaşama indirmek ve yaşamı buna göre düzenlemek, bir yargı reformunun ana amacı olmamalı mı? Bence olmalı, ama Adalet sarayları yapmakla övünüp, sizin hukukunuz bitti, şimdi biraz da bizim hukukumuzla göreceğiz Dünya’yı diyen bir iktidarla ve kendi yorumlarını doğru sanan politikacılarla bu çok da olası gözükmüyor.
Radikal / 15.03.2010
Bir Cevap Yazın