Modern Çöller

Adına modern kentleşme dediğimiz olgu hiçbir şey başaramadıysa bir konuda çok başarılı oldu. Artık kimse çöl görmek için, coğrafya derslerinden alışık olduğumuz yerlere gitmek zorunda değil. Çölün ne olduğunu anlamak için; çölün doğa ile karşılıklı alışverişini anlamak için seyahat etmek zorunda değil modern insan. Çünkü insanlık binlerce yıllık geçmişinin onu getirdiği nokta itibariyle kendisine Modern çöller yarattı ve adına da kent dedi. Arada ufak bir fark vardı tabii ki. Artık kum dağlarıyla, çöl fırtınalarıyla değil; beton dağlarıyla, asfaltın kavuruculuğuyla karşı karşıyayız. Kumun yerini teknolojik işlemlerden geçen malzemeler aldı ama kentlerimizin doğa ile kurduğu ilişki ile gerçek bir çölün doğa ile kurduğu ilişki arasında bir fark yok. Çünkü kentlerimizde de doğal yaşam adına tek bir iz yok; doğal olanın kendine bir yaşam alanı açma şansı yok ya da bu çölün yaygınlaşması karşısında durma ihtimali yok. Çöl yayılıyor, yayılacak. 

Durum böyle olunca da Türkiye’nin en büyük çölü İstanbul, baş çölü de Ankara oluyor. İstanbul’a bakmak faydalı olacak. Çünkü kenti yöneterek siyaset sahnesine çıkan ve oradan adım adım en tepeye tırmanan kişinin dahi ihanet edildiğini söylediği bir kent İstanbul. 1994’ten 2018’e tek bir siyasi yapı tarafından yönetilmiş; bunun son 16 yılında ise hem yerel, hem merkezi olarak aynı yapı tarafından yönetilmiş bir yerden bahsediyoruz. Sonuç ne? Bir çöküntü. Bir ihanet tablosu ve bu yönetim tarafından geri dönülemeyecek bir noktaya doğru giden çölleşme. Şehrin son yeşil alanlarına dahi pervasızca saldırmayı gelişme olarak gören ve çöldeki vahalar gibi otoyol kenarlarında peyzaj çalışması yapan bir yönetim anlayışı bu. Kuşların konabileceği, cebinizden para çıkmadan oturup soluklanabileceğiniz parkların dahi göze battığı bir anlayış.

Bu yaşanılan sürecin tamamen geri dönülemeyecek olduğu çok açık ama ilerlemesi durdurulabilir mi? Evet durdurulabilir. Elimizdeki yeşil alanları, doğal noktaları koruyarak; onları beton dağlarının saldırılarından, asfalt kavuruculuğundan koruyarak bunu başarabiliriz. İstanbul’un Kuzey Ormanları, Ankara’nın elde kalan son yeşil alanları ya da her iki kentin de kent içinde kalan yeşil noktalarını, ormanlarını, korularını savunarak bunu yapabiliriz. Yapmazsak, çölde ne kadar hayat kalmışsa, elimizde de o kadar hayat kalacak. Ve biz peyzaj alanlarında var olan bir garip ağaca bakarak doğayı anlamaya, anlatmaya çalışacağız.

Bu tabii ki bu kadarla da kalmayacak; kalmıyor da. Ankara’nın suyu da İstanbul’un suyu da kilometrelerce öteden geliyor. Çünkü olan yetmiyor, yağan da zaten betonun üzerinde buharlaşıyor. Şehirlerin su döngüsü kırılmış durumda. Çöl denince akla gelen ilk konu olan susuzluğun kentlerin başında en önemli tehdit olarak durması boşuna değil. Örneğin daha bu hafta içerisinde çıkan bir habere göre “Ankara’nın su ihtiyacını karşılayan 7 barajın doluluk oranı yüzde 20.74’e gerilemiş durumda. Bazı barajlarda ise su tamamen tükendi.” Bu ne demek? Kızılırmak suyu demek… Tüm Ankaralılar bilir ki; Kızılırmak suyu geldiğinde hastalıklar da gelir. Gelmese dâhi, koca bir coğrafyanın hakkı olan suyu, borularla kaçırmak ve Ankara’da kullanmak da büyük sorunlara yol açan hem ekolojik hem de etik bir sorun.

Yaşadığımız durumun sürdürülebilir olmadığı çok açık. O zaman önümüzde iki yol kalıyor. Ya Kentler gerçek anlamda yaşanmaz hale gelinceye kadar yaşayıp, sonra başka bir yere, Mars?, gideceğiz ya da bu rüzgarı tersine çevirmeye çalışacağız. İstanbul’a dönelim. Şehir içinde ne kadar yeşil alan var? O yeşil alanların her sene ne kadarı tırtıklanıyor? Ne kadarı her sene çeşitli ilişkilerle feda ediliyor? Ve esas kritik soru: Ne kadar artıyor bu alanlar? Şehrin merkezindeki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nın başına getirilmek istenenleri kimse unutmuyor. Taksim Meydanı’nı parka katmak ile parkı meydana katmak arasındaki tercih aslında sadece basit bir kentleşme tercihi değildi. Politik de bir tercihti. Neredeyse bir ülke ayağa kalktı ve bu tercihi durdurdu. Fakat her alan bu kadar şanslı değil ne yazık ki.

Çözüm yerel yöneticilerin ellerinde

Sonuç olarak, başta büyük kentlerimiz olmak üzere neredeyse tüm kentlerimiz içinde yaşanılabilir olmaktan uzak bir hale bürünmüş durumda. Bu o kadar hızlı gerçekleşiyor ki; kentlerden “doğaya kaçan” insanlar, şimdi o kaçtıkları yerden yeni bir yere kaçma ihtiyacı hissediyor. Merkezi yönetimin etik ve politik tercihini asfalttan ve betondan yana kullandığı çok açıkken artık iş biraz da yerel yönetimlere ve yerel yöneticilere kalmış durumda. Yönettikleri, sorumlu oldukları alanları daha yaşanılabilir yapmanın yolu belli ve bu yolu izlemeliler. Çünkü bu konuştuklarımız daha işin sadece bir yüzü. İklim değişikliğiyle gelen dalga, kentleşmenin yarattığı sorunlarla da birleşince karşımıza hemen Mars’a gitmek isteyen kitleleri çıkartacak.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: